Eraslan Sağlam: Güher-Süher Pekinel ile birlikteyiz, bizi kırmadılar, radyomuza geldiler, çok çok teşekkür ederiz. Öncelikle merak ettiğim bir mesele var, resim sanatına baktığımızda, tiyatro sanatına baktığımızda, sinema sanatına baktığımızda önümüze gelen metnin ya da tuvalin üstüne iki tane ressam yan yana geldiğinde çok farklı iki iş çıkardığını görüyoruz ya da yazılı bir metni iki aktör oynadığında çok farklı oynadıklarını görüyoruz. Ancak iş müziğe geldiğinde, hele ki piyanoya geldiğinde bütün notalar, bütün ölçüler, her şey yazılı, biçili, en küçük zamanlamasına kadar önümüzde olduğu halde sizin gibi birileri çıkıyor ve piyano sanatında virtüözite noktasına geliyor. Şunu sormak istiyorum; bu kadar ölçülü, biçili, hesaplı bir sanatta ne kişiyi virtüöz kılıyor?
Güher Pekinel: Her şeyden önce kendi yorumu. Bu bir süreç, kendisini bulurken, aynı zamanda mesela eğer Bach yorumluyorsa Bach'a yakınlığı, Mozart yorumluyorsa Mozart'ın stiline yakınlığı. Bu Mozart'ın etrafında o zamanki gelişmiş olan tüm stilleri de bilincinde getiriyor. Bir eseri siz her defasında yeniden yorumluyorsunuz, çünkü her gün değişiyorsunuz, her gün yeni bir derinliğe iniyorsunuz, her gün yeni bir detayla karşı karşıyasınız ve onu yontuyorsunuz. Giacometti'nin güzelliği nereden geliyor? Bence onun inceliği, kendi püritesinde, çünkü bütün ağırlıkları bırakarak bir yalınlığa imzasını atıyor. Yıllardan sonra bizi de aslında en fazla ilgilendiren bu yalınlık. Ne olursa olsun, hangi besteci olursa olsun, yükü atarak nasıl hafifleyebiliriz, bu hafiflikte hem hüznü, hem coşkuyu nasıl yaşatabiliriz ve kendimizi de yaşayabiliriz? Çünkü ancak kendimiz yaşadığımız zaman bunu yansıtabiliriz. Daima bunun araması içindeyiz, bu sonsuza dek sürecek bir olay, hiçbir zaman bitmiyor.
ES: Bu da sizleri virtüöz kılıyor, sizin virtüöz olmak gibi bir hedefiniz yokken, yapmış olduğunuz çalışma ve işe yaklaşım biçiminiz, sizi bir noktaya getiriyor ve virtüöz yapıveriyor.
GP: Virtüözlük sonradan gelen bir olay. Biz kariyer yapacağız diye yola çıkmadık, hiç bir zaman bilmiyorduk da, hatırlıyorum ilk konserimizden sonra sorulan bir soru "ileride ne yapacaksınız?" idi. Ben "ne yapacağımı bilmiyorum" diyordum, tek bildiğim şey bir müzisyen olduğum, o zamanlar içimde müziğin aktığını hissediyordum. Bu akışın uzun bir nefes olduğunu yıllarla gördüm; bu nefesin ölümüme kadar devam edecek bir süreci içinde barındırdığını gördüm. Benim için en önemlisi bu nefesin çok büyük, çok uzun, çok derin ve yumuşak bir şekilde sürmesi. Bütün ekleri her defasında yeniden yontmak ve bu yumuşaklığı en ince detayına kadar işlemek, artık geldiğim süreçte en fazla ilgilendiğim olay.
ES: Ve zamanla meydana gelen kalın kabukları her defasında biraz daha atmak, silkelemek...
GP: Evet. Yontmak derken onu kastediyorum. Bu da ağırlığın bir parçası, çünkü biz her gün ayrıca kendi kişiliğimizde de büyük bir ağırlık yaşıyoruz, etrafımızdaki ortamdan oluşan ağırlıklar bizim sanatçı olarak kimliğimize de biniyor. Onlardan arınmak için zaten konser süreçlerinde daima Budistik bir yaklaşım içindeyiz. Çünkü kendimizi ilk önce normal ortamdan arındırmamız gerekiyor, haftalarca geri çekerek, bazen sabahtan akşama kadar günlerce kimseyi görmüyoruz.
ES: Neredeyse sadece su içerek... O bilgiye de sahibiz.
GP: Onu nereden buldunuz?!
Süher Pekinel: Bir zaman sonra insan artık yaptıklarının dışında kendisi ile savaşa giriyor ve bu da belki çok büyük bir anlam kazanıyor, çünkü hayat bir yerde kendinizi aşmak, en sonunda o anlamı yavaş yavaş anlayıp yaşamaya başlıyorsunuz. İlk başlarda öğrenme çabası, ondan sonra dünyada kişilerle yarışma, o çabayı gösterip onlarla bir formda anılma çabası. Ondan sonra da artık olay sizde bitiyor ve siz kendinizi aşma çabasındasınız. O çabayı aşarken de yalınlığın en güçlü formunu yaşayabilmek.
ES: Öyle bir anlattınız ki, bunu neredeyse bir formül gibi, pekala insanlığın tekamülüne de uygulayabilirmişiz gibi.
The Guardian sizden bahsederken "tek bir piyanisti dinlemek" şeklinde bir yorum yapmış, yabancı basında çıkmış pek çok yorum var sizinle ilgili olarak ve hepsi birbirinden güzel yorumlar. The Guardian'ın bu yorumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?SP: Bu bir bakıma doğru, tabii ki ikiz olmamız başlangıcı olarak değerlendirilebilir ama bizim beraberliğimizde beni aslında ilgilendiren ve dışarıya benim açımdan yansıyan ve yansıması gereken o beraberlikteki birlikteliğin yanında, bir bütün olarak kendi kişiliğimizin yaşanabilmesi. Belki siz ilk önce hemen algılayamıyorsunuz ama iki ayrı dünya birleşiyor ve bir uzun nefes içinde öyle bir bütünleşme oluyor ki siz onu bir olarak algılıyorsunuz. Halbuki o iki dünya büyük bir çarpışmadan sonra birleşiyor ve bunu biz kendimiz yaşadığımız için, nerelerden geçtiğimizi biliyoruz. Güzel olanı bunu sizin bilmemeniz. İki kişiyi gördüğünüz zaman yalnızca o büyük nefesi algılamanız ama detaylara indiğiniz zaman iki ayrı dünyayı görmemeniz mümkün değil. Çünkü küçücük detaylarda bambaşka yaklaşımımız var ve sonuna kadar büyük çelişkilerle böyle olmasını istiyorum.
ES: Yüzde yüz katılıyorum ve sizi çok bu noktada çok ajite etmek istemiyorum ama beni öfkelendirdiği kadar herhalde sizi de zaman zaman çok öfkelendiren bir yorum vardır; sizinle ilgili kritiklerin bir kısmında da şuna rastlıyoruz "evet efendim, esrarengiz bir uyuma sahipler çünkü aynı yumurta ikizleri". bu değerlendirme sizin için mümkün olabilecek ya da bir sanatçıyı açıklayabilecek bir değerlendirme mi?
SP: Hayır, çok yüzeysel bir yaklaşım. Belki promosyon için bazı kişiler kullanıyordur ama bir gazeteci benimle yaptığı söyleşide eğer başlangıçta böyle bir cümleyi kullanırsa eğer, detaylara inerek bunu açıklamazsa ve daima benden beklerse, bence biraz üzücü. Çünkü kişilik ve kişiliğin derinliği burada hiçbir zaman anılmıyor.
GP: Ve bu tek bir kişiye özel.
ES: Bir çiftten bahsetmiyorlar aslında.
SP: Biz ikiz olarak başından beri daima karşıtlığımızı vurguladık ve onun için kendimiz zaten aramızda savaş verdik.
GP: Bugün beraber çalabilmemizin mümkün olması asıl bundan kaynaklanıyor, çünkü çocukluktan beri aynı yolu çizseydik, aynı hissi hissederek çalsaydık zaten Süher'in daha evvel bahsettiği nefes mümkün olmazdı ve detaylar mümkün olmazdı.
SP: Bir yerde aynı hissediyoruz ama yine de kendi kişiliğimizin nefesi başka türlü ve bu nefesler birleşiyor.
GP: Yani bunu bir kaç defa dinlediğiniz zaman, detaylara indiğinizde algılıyorsunuz.
ES: Başka türlü çok seslilikten bahsetmek mümkün olabilir mi zaten?
GP: Renklerimiz bile, tuşelerimiz bile farklı. Aynı hocalardan geçmemize rağmen kişiliğimiz çok farklı, fakat tuşemizdeki renklerimiz şöyle oluyor, gençken bile birbirimizi dinlememeye özen gösteriyorduk, çünkü ne de olsa birbirinizden etkileniyorsunuz. Ve istemeyerek de belki kopya etmeye çalışıyorsunuz bazı yerleri, iyi bulduklarınızı. Ama biz tam onun karşıtı olarak ne birbirimizi dinledik, ne de birbirimize öğüt verdik.
SP: Ayrıca aynı parçaları hiçbir zaman çalmadık.
ES: Ama şöyle akıllıca bir yaklaşım içinde olduğunuzu hissediyorum, bir kere çalarken birbirinizin partisyonlarını çok iyi çalışıp çalıyorsunuz öncelikli olarak.
SP: Evet o doğru ama o başka bir şey. Biz gençken solist olarak yetiştik ve solist olarak da hiçbir zaman aynı parçaları çalmadık, tabii ki duo olarak sonradan geliştiğimizde...
GP: Evet, bunu söylemekte yarar var, herkes diyor ki, biz 5 yaşından beri beraber çalıyoruz, hayır. Böyle bir şey yok.
SP: Bir yerde onları da anlıyorum, çünkü 18 yaşında Almanya birinciliğini kazandığımız zaman solist olarak, orada da iki birincilik yerine bir birincilik verdiler ve onu yarıya böldüler. O zaman sahiden çok sinirlenmiştik, çok öfkelendik. O zaman diyebilirsiniz ki, profesörler de bunu yapıyorsa, gazeteciler niye yapmasın. Ama onlar oradaki nüvonun bir düzeyde olmasından etkilendiler. Onun için belki iki birincilik vermediler, sonradan konuştuğumuzda bu meydana çıktı ama bu doğru değildi diye düşünüyoruz. Şunun anlaşılması gerekiyor, hiçbir birey öbürü gibi olamaz, ister üçüz, ister dördüz olsun, her birey kendi kişiliği içinde, başka bir yaklaşım içinde, diğeri ile büyük bir harmoni içinde olabilir ama daima kendini arındırarak, kendi kimliğini koruyacaktır. Bu ikizler için daha da geçerlidir diye düşünüyorum.
ES: Dünyada bütün her şey için bu geçerlidir diye düşünüyorum, tek başınıza çalsaydınız öyle zannediyorum ki iki konserinizin birbirinin aynı olma ihtimali yoktur.
GP: Hiçbir zaman zaten bir konserimiz diğeri gibi değil, çünkü az önce de konuştuğumuz gibi her gün yeni bir kişiliksiniz, her gün yeniden kendinizi yontuyorsunuz, ya da bazen daha fena oluyorsunuz bazen daha iyi oluyorsunuz. Ama yeni bir nosyon düzeyinde o günü yaşıyorsunuz. Onun için hiçbir zaman, eğer mekanik bir anlayış tarzınız, yoksa hiçbir zaman bir eseri aynı çalmanız mümkün değil.
SP: Ama zaten bu sahnede, bütün sanat dalları için geçerli.
GP: Picasso bir günde 3-4 eser veriyordu bazı zamanlarında bildiğiniz gibi, şekilleri inanılmaz birbirinden ayrı olabiliyordu. Miro da tablolarında dönemler yaşıyor bütün ressamlar bunu yaşıyor ama dönemler içinde büyük bir ayrılık da sergileyebiliyor, çünkü duygusal dünyası başka şekillerden etkilenerek değişim yaşıyor.
SP: Bir de yaratıcılık diye bir şey var zaten, o dakikayı yarattığınız anda siz var oluyorsunuz.
ES: Sanıyorum bunu hissediyorsunuz değil mi? "Evet bu an doğru an, bu an yarattım" diyorsunuz ya da "hayır, şu an yaptığım sadece bir egzersiz" diyorsunuz.
GP: Hiçbir zaman egzersiz olmuyor.
ES: Konserden bahsetmiyorum, kendinizle ve piyanonuzla baş başa kaldığınızda.
GP: Zaten egzersiz diye bir şey yok, daima yontma var, daima yuvarlak formlar görüyorum. Çalışmakta da zaten düzey düzey oluyor, mesela bir evi tuğla tuğla yapıyorsanız, merdivenleri çıkar gibi teker teker ilk önce bütün parçayı ayırıp sol el kendisi için, sağ el kendisi için, sonra bir bütün halinde ama bütünün devamlı detaylarını yeniden yontarak ve birbirlerine uyum sağlayarak bir bütün gerçekleşiyor. Bu aslında yalnız müzik için geçerli değil bütün sanat alanlarında böyle.
SP: Jacques Loussier ile bir kaç yıl evvel görüşmemizden sonra, bizim için ikili piyano konçertolarını caza uyarlayabilir mi diye sorduk. "Şimdiye kadar iki piyano için hiç çalışmadım ama bunu deneyeceğim". Biraz uzun sürdü, 1,5 yıl kadar bunun üzerine çalıştı ve söylemem lazım ki, bizim için yepyeni bir dönem başlamıştı o sırada. Kendisinin eserlerini zaten küçüklükten beri, okul yıllarımızda, üniversite yıllarımızda hep dinliyorduk ve onun yolunu takip ediyorduk. Çünkü heyecanlandırıyordu bizi, kendisinin sonradan söylemiş olduğu gibi, Bach'ı cazla kombine etmek için kendi anahtarını bulmuştu. Bu anahtarın ne olduğunu bize başında anlatmak istemedi, ama bu süreç içinde sahiden bunun bir anahtar olduğunu kavradık. Çünkü öyle bir balans bulmuş ki, bunu yalnız Jacques Loussier realize edebiliyor. Hem Bach'ın polifonisi ile, onun aritmetiği ile cazın aritmetiğini birleştirerek, ritmik alanda bir ağırlık ve hafiflik gerçekleştirerek kendine göre yepyeni bir matematik yaratmış. Bunu yalnız Bach kendi müziğinde müsaade edebiliyor. Bunu Mozart'ta söyleyemem, Beethoven'de söyleyemem, Chopin'de söyleyemem ama bu Bach'ın ne kadar büyük bir besteci olduğunu da aynı zamanda kanıtlıyor.
ES: Hemen burada bir sorum olacak, acaba Bach'taki bu sıra dışı aritmetik, sıra dışı matematik onun yaşam koşulları ile bağlantılı olabilir mi?
GP: Söylediğiniz çok enteresan. O da içinde var, çünkü biliyorsunuz 11 çocuğu geçindirmek mecburiyetindeydi, çok zor dönemlerden geçti. Leipzig'de her hafta kendi kurduğu orkestrasının bir konser verme mecburiyeti vardı, onun için de bir eser yaratma mecburiyeti içindeydi devamlı. Hem kilisede çalıyordu hafta sonları, hem ders veriyordu, ayrıca da bu çocukları yetiştiriyordu. Her hafta koskocaman bir konçerto yazmak mümkün değil, ne yapıyordu? İtalya'dan arkadaşlarının getirdiği İtalyan bestecilerin yapmış olduğu çalışmaları, -kendisi hiçbir zaman bir konservatuara gitmedi, kendi kendini yetiştirdi- o besteleri inceleyerek, onların detaylarını inerek, bütün bunların aralarına matematik yaparmış gibi, melodiler yerleştirdi. Aynı kendisinin sonradan gerçekleştirdiği prelüt ve füglerde gerçekleştirdiği o büyük, zor aritmetiği gerçekleştirdiği gibi.
Sosyal açıdan o zamanlar besteciler büyük zorluklar çekiyorlardı, çünkü halk bugünkü kadar gelişmiş değildi. Siz o zamanın prenslerinden, prensliklerin kurduğu belli ekollerden ders alıyor veya ders veriyordunuz. Onun için de mesela Mozart, Bach hep konserler veriyorlardı, bir prenslikten diğerine gidiyor, orada bir kaç ay kalıyor o prensin himayesi altında bestelerini sunuyorlar ve çalışmalarını gerçekleştirebiliyorlardı. Kolay mı 11 tane çocuğu yetiştirmek?
SP: Warner Classics tüm plaklarımızı tekrar yayınlama kararı almıştı sene başında, bu bizi çok çok sevindirdi. Plaklarımızın tümünü başka kombinasyonlarla piyasaya sürüyor, çok şaşırdım, Türkiye'de de beş tanesi çıkmış durumda. Ayrıca 8 Ekim'de İş Bankası'nın sezon açılışı konserinde de çalacağız, İngiliz şef Bedford ile ve Bilkent Orkestrası ile birlikte. Ona çok seviniyoruz, çünkü Bilkent Orkestrası ile çok severek çalıyoruz.
ES: Bir de şu anda halihazırda yürüyen bir Brahms çalışması var, onunla da yakın bir gelecekte umarım karşılaşırız. İzninizle tekrar Bach'a dönmek istiyorum, hayatınızın pek çok döneminde kimi zaman bir caz formunda, kimi zaman bir çocukluk anısı olarak Bach'la hep karşılaşıyorsunuz, Bach sizin hayatınızda hep var. Bach'ın sizin hayatınızdaki karşılığı nedir?
GP: Bach'ı ilk nefesimizden beri sevdik, onunla birlikteliğimiz kanımca, benim için hayatımın sonuna kadar sürecek. Çünkü hiç bitmeyen bir derinliğe sahip, öyle evrensel, yüzyıllarca günlüğünü, ama geçmişini ve geleceğini içinde barındıran bir besteci ki, belki de bu onu diğerlerinden daha fazla özel kılıyor diye düşünüyorum. Bende de yarattığı, bana verdikleri ve onun sayesinde öğrendiklerim diğer bestecilere nazaran çok daha büyük oldu. Ve hiç bitmeyecek bir yolculuk diye düşünüyorum kendimce.
SP: Ayrıca inanılmaz bir şeffaflık var.
ES: Bu da pek çok söyleşinizde dile getirdiğiniz bir konu. Biraz 6 yaşa dönecek olursak, o yaşla ilgili neler geliyor gözünüzün önüne?
GP: Bir parçayı hatırlıyorum beraber çalmıştık dört el olarak, o zamanki rahatlığımız artık bugün yok. Çünkü her şeye çok büyük bir doğallıkla yaklaşıyorduk, içimizde olanı yansıtıyorduk ve heyecan diye bir şey tanımıyorduk. Bugün her konser büyük bir heyecanla başlıyor, sonradan yerini tabii ki müziğe bırakıyor. 9 yaşında ilk orkestra konserimizi vermiştik Ankara'da. O zamanlar Cumhurbaşkanımız Sayın İsmet İnönü konserimize gelmişti ki, şunu söylemeyi arzu ediyorum, kendisi belki cumhurbaşkanlarımız arasında müziği en seven, müziği sahiden yakından izleyen bir kişilikti. Onun zamanında Rubenstein, Wilhelm Kempf, Rostropoviç, aklınıza kim gelirse Ankara'ya gelmişler; kendilerini ağırlamış ve daima gelmelerini sağlamıştı. Bu belki unutulan bir özellik onun için tekrarlamak istedim, bence bunun bugünkü cumhurbaşkanlarımız tarafından devam ettirilmesi, AB sürecinde de çok önemli diye düşünüyorum.
ES: AB demişken, hayatımızda bir yıl içinde iki tarih var, 17 Aralık ve 3 Ekim, bu iki tarihten bahseder misiniz? Çünkü sizin için farklı bir anlamı da var bu iki tarihin.
GP: Bizim iki ay sonra çıkacak olan Bach cd'miz geri alınarak o tarihe koyuldu, bizim için çok anlamlı bir olay gerçekleşti. Çünkü Türkiye'nin, Avrupa'nın ve dünyanın kültürel açıdan, müzikal açıdan da tabii ki bir parçası olduğunu, Bach gibi herkes tarafından benimsenmiş evrensel bir besteci ile kanıtlanması çok güzel bir olaydı. Aslında dünyaya bir mesajdı. 3 Ekim'de de BBC 3 ile bir söyleşi yapıyorum. Aslında o sırada vaktim yoktu ama çok dayattılar, demek ki onların bir mesajı var diye düşünüyorum, yeni plağımızla ilgili.
(11 Ekim 2005 tarihinde Açık Radyo'da Açık Dergi programında yayınlanmıştır.)